Av. Durdu GÜNEŞ

Adalet hukukun bir üst basamağıdır. Hukuk bünyesinde iki hususu barındırır. Birincisi yasallıktır. Yani yetkili meşru otoritelerce yaptırıma bağlanmış, anayasa, kanun, tüzük, yönetmelik gibi yazılı kurallardan oluşmasıdır. İkincisi meşruluktur. Yani kuralların hayata, vicdana, ahlaka ve doğruluğu kabul edilmiş evrensel ilkelere uyumlu olmasıdır.

Adalet ise hukukun yasal ve meşru zemini üzerinde; eşit durumda olanlara eşit davranmak, haklıya hakkını vermek, suçluya cezasını vermek, hakkaniyet ve nesafet ölçülerine uygun davranmak ve bunu zamanında gerçekleştirmektir.

Adaletsizliğin, hukuksuzluğun meşrulaştırılması mümkün değildir. Meşruluk adaletin ve hukukun tamamlayıcı parçasıdır, ondan ayrılamaz. Ancak sosyo-kültürel yapıdan kaynaklanan bir algı yanılmasıyla bizler adaletsizliği, hukuksuzluğu meşru gibi algılayabiliriz.

Adalete uygun olmayan ve zihnimize yerleşmiş kanıksadığımız sözler hukuksuzlukları meşru olarak algılamamıza yol açabilir. Örneğin “İbreti alem olsun diye sallandıracaksın iki tanesini” deyimi, bir şeye kızdığımız zaman hemen onun öldürülmesini istemektir. İbreti alem olsun deyimin içinde adaletten ziyade bir korku salmak ve örnek kabilinden ceza vermek anlaşılır.

Bir masum cezalandırıldığında “Kurunun yanında yaş da yanar” sözü, adaletin en temel ilkesi olan suçluya cezasını, haklıya hakkını vermek ilkesini yok saymaktır. Adaletsizliği zihnimizde kabul edilebilir kılmaktadır.
Bir örnek ise “siyaseten katl” uygulamasıdır. Yani kişinin suçu olmasa bile nizamı alem için birilerini siyaseten katletmektir.

Osmanlı Devleti döneminde 215 sadrazamdan 44 ü siyaseten katledilmiştir. Adaletin gereği değil siyasetin gereği olarak yapılan katletme kutsallaştırılan nizamı alem kavramıyla meşrulaştırılmıştır.
Farkında olmadan bu kavramlar ve uygulamalar bizim adalet idealini bertaraf ederek bazı adaletsiz hukuksuz uygulamaların da normal olduğu duygusunu vermektedir.

Bir diğer adaletsizliğin meşrulaştırılması ise bir kişinin tanrılaştırılarak onun bütün yaptıklarını meşru görmekle oluşmaktadır.

Büyük İskender’in (MÖ 356-MÖ 323) etrafı dalkavuklarla doluydu. Dalkavuklar insanı kibir obezi yaparak onun mahvına yol açarlar. Büyük İskender’in dalkavukları onu Tanrı Zeus’un oğlu olduğuna inandırmışlardı. İskender buna inanmıştı. Bu nedenle dünyanın bütün topraklarını fethetmeyi kendine hak görüyordu. Kimseyi dinlemiyordu. Hatta tek kibritle Persepolis kitaplığını yakmıştı.Çünkü artık bilgiye ihtiyacı yoktu.
Bir gün bir savaş meydanında yaralanmış ciddi bir kan kaybı yaşıyordu. Dalkavuklarını çağırdı. Onlara yüksek sesle bağırdı. “Hani ben Zeus’un oğluydum. Öyleyse bu kan ne?” İnsan olduğunu o zaman anlamış ama çok geç kalmıştı.

Büyük İskender’in söylediği her söz gerek korku, gerek dalkavukluk, gerek inanmışlık nedeniyle meşru kabul ediliyordu. Onun her yaptığı adalete uygun sanılıyordu. Zeus’un oğlu gibi algılanıyordu.
Allah’tan başka insanlardan yeni tanrılar oluşturmak kişinin adalet duygusunu da ters yüz eder. Ancak kişiler bunun farkına varmazlar.

Eğer adaleti iyi bilmezsek, tanımazsak, sevmezsek ve korumazsak hüsrandan çıkamayız

Sizlere daha iyi bir hizmet sunabilmek için sitemizde çerezlerden faydalanıyoruz. Sitemizi kullanmaya devam ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz. Daha fazla bilgi için Çerez Politikası